Bu yolda asıl olan gaye nedir?
Oltadaki balığı yakalayınca ne olur?
Asıl iş ondan sonra başlar!
Nasıl mı?
Bakınız, asıl öğrenme balığı yakaladıktan sonra başlar. Bir insan, tasavvuf yoluna girmeden evvel, pek çok günahın farkına varmaz. Çeşit çeşit hastalıkların içerisinde bulunuyor olabilir. Her insanın kendine göre bir hastalığı vardır; kimileri âlimdir, hastalığı ona göredir. Kimileri de cahildir, hastalığı da ona göredir. Çok ibadet yapanın kendine göre hastalığı vardır.
İnsanoğlu hastalıktan kurtulmayınca tasavvuftan fayda göremez. İşte sâdât-ı kirâm efendilerimiz, insanın şikâyetlerini tedavi etmek için rehberlik yapıyor.
Camide en ön safta namaz kılanlar, hizmetlerde en önde koşanlar vardır; daha ben ne yapacağım derler. Beş vakit namazımı kılıyorum, hizmetimi de yapıyorum, daha ne yapayım, derler. Kendi yaptıklarını yeterli görürler. Oysa bu bir nevi manevi hastalıktır. İnsanın teslimiyetini zedeler. Kendi yaptığı ibadeti kendisi yeterli kabul eder. Hepsi kabul oldu zanneder.
İbadetlerin kabul olabilmesi için şartlar vardır. Oysa takva sahiplerinin, kâmil müminlerin özelliği olan muhabbete ulaşmak için dokuz merhale vardır: Bunlar sırasıyla, tövbe, sabır, şükür, recâ, havf, zühd, tevekkül, rıza ve muhabbettir.
Onun için sâdâtı- kirâm efendilerimiz tövbe etmenin üzerinde ısrarla dururlar. Çünkü tövbe sağlam olmadan sabırlı bir kul olmayı öğrenemıyoruz. Şükretmeyi idrakedemiyoruz. Allah’tan ümit etmeyi (recâ bahsini) kavrayamıyoruz. Allah’tan korkmayı bilemıyoruz. Zühd hayatını yaşayamıyoruz. Allah’a tevekkül nedir, düşünemıyoruz. Allah’tan razı olmayı, Rabbimizin bizden razı olmasını bilemiyoruz.
Büyüklerden Mevlânâ Câmi hazretleri, yeni tövbe ettiği zaman başından geçen hadiseyi anlatırken,
- Bu yola ilk girdığımde nur belirtileri görmeye başladım, diyor. Bunlara iltifat etmeyip bu nurun devamlı olmasını temin etmeye çalıştım. Mürşidim bana, bunlara iltifat etme, aldırİş etme, bunları bir şey sanma, dedi. Böyle demeseydi ben onu bir şey zannedecektim. Kendimi yetişmiş kabul edecektim, kendimi evliya zannedecektim, diyor.
Bir mürid, nefsinden kurtulmadıkça keşif veya keramet sahibi olsun, kendisinin elinden yüzünden nur aksın, hiçbir faydası yoktur. Bazı kimselerden işitiyoruz; ona bazı şeyler oluyormuş, insanlar kendisine veli diyorlarmİş, oysa o kişinin ağzından, dilinden çıkan kötü sözler oluyormuş! İnsan nefsini tanımadıkça, bu yolda teslim olmuş sayılmaz. İnsanoğlu, nefsin oyunlarını tanımadıkça da bu işlerden kurtulamaz.
Dervişlik her an Allah Teâlâ ile beraber olmaktır. Allah her an bizimle beraberdir. Ancak biz her an O’nunla beraber oluyormuyuz? O her zaman bizi görüyor, işitiyor, bizi kontrol ediyor. Kalbimize durmadan nazar ediyor. Fakat biz O’ndan gafiliz! O’nu hiç hatırımıza getirmıyoruz. Oysa devamlı Rabbimiz’in kontrolü altındayız. O’nu sadece bilgi olarak biliyoruz, fakat o hali hiç yaşamıyoruz. Neden yaşamıyoruz?
İşte bu bir nevi hastalıktır. İnsan bu yola girince bu hastalığı öğrenmeye başlıyor. Olta ile tuttuğu balığı eline alınca daha iyi tanıyor. Balığı pişirmeden önce bunu öğreniyor. Sâdât-ı kirâm efendilerimiz, bakan gözlerimizin daha iyi görmesini sağlıyorlar. Bunun için idrakimizi genişletiyorlar. Bizi Allah’ın huzurunda olmaya hazırlıyorlar. Biz Rabbü’lâlemin’in huzurunda olduğumuzu bilelim, istiyorlar. Çünkü insan, her zaman Allah’ın huzurunda olduğunu bilince olgunlaşmaya başıyor.
Nasıl ki insan, bir yerde ayıp bir şey yapacağı zaman tanıdığı birini görünce utanır, işte aynen bunun gibi… Önce haram işlemeye utanıyor, çekinmeye başlıyor. Allah’ın devamlı yanında olduğunu bilen bir kimse küçük hatalarını bile büyük görüyor ve günahlardan uzaklaşmaya gayret ediyor. İşte bu yola girmekten asıl maksat, Allah’la her an beraber olduğunu idrak etmektir.
Dünyada iken bile Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek yaşayan kimseyi, dünya düşünceleri olumsuz olarak etkilemez. Onun morali bozulmaz. Problemi olmaz. Allah Teâlâ onun her işini halleder.
Ah ne olurdu, Allah dostlarının yaşadıklarını bir bilseydik? Hepimiz onların işine sarılır, ilgilenirdik. Bir şey yapmak için gecemizi gündüzümüze katardık.
Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuş:
- Huzur ve afiyet, ayağını bir beze sarıp köşeye çekilmek değildir.
Hani insanın; biraz maaşı, biraz geliri varsa, geçimini temin ediyorsa halim keyfim huzurum yerinde der. Acaba onun huzuru yerinde mı? Asıl huzur kendinden kurtulmak, Allah ile her an beraber olduğunu anlamak ve teslim olmaktır.
Oltadaki balığı yakalayınca ne olur?
Asıl iş ondan sonra başlar!
Nasıl mı?
Bakınız, asıl öğrenme balığı yakaladıktan sonra başlar. Bir insan, tasavvuf yoluna girmeden evvel, pek çok günahın farkına varmaz. Çeşit çeşit hastalıkların içerisinde bulunuyor olabilir. Her insanın kendine göre bir hastalığı vardır; kimileri âlimdir, hastalığı ona göredir. Kimileri de cahildir, hastalığı da ona göredir. Çok ibadet yapanın kendine göre hastalığı vardır.
İnsanoğlu hastalıktan kurtulmayınca tasavvuftan fayda göremez. İşte sâdât-ı kirâm efendilerimiz, insanın şikâyetlerini tedavi etmek için rehberlik yapıyor.
Camide en ön safta namaz kılanlar, hizmetlerde en önde koşanlar vardır; daha ben ne yapacağım derler. Beş vakit namazımı kılıyorum, hizmetimi de yapıyorum, daha ne yapayım, derler. Kendi yaptıklarını yeterli görürler. Oysa bu bir nevi manevi hastalıktır. İnsanın teslimiyetini zedeler. Kendi yaptığı ibadeti kendisi yeterli kabul eder. Hepsi kabul oldu zanneder.
İbadetlerin kabul olabilmesi için şartlar vardır. Oysa takva sahiplerinin, kâmil müminlerin özelliği olan muhabbete ulaşmak için dokuz merhale vardır: Bunlar sırasıyla, tövbe, sabır, şükür, recâ, havf, zühd, tevekkül, rıza ve muhabbettir.
Onun için sâdâtı- kirâm efendilerimiz tövbe etmenin üzerinde ısrarla dururlar. Çünkü tövbe sağlam olmadan sabırlı bir kul olmayı öğrenemıyoruz. Şükretmeyi idrakedemiyoruz. Allah’tan ümit etmeyi (recâ bahsini) kavrayamıyoruz. Allah’tan korkmayı bilemıyoruz. Zühd hayatını yaşayamıyoruz. Allah’a tevekkül nedir, düşünemıyoruz. Allah’tan razı olmayı, Rabbimizin bizden razı olmasını bilemiyoruz.
Büyüklerden Mevlânâ Câmi hazretleri, yeni tövbe ettiği zaman başından geçen hadiseyi anlatırken,
- Bu yola ilk girdığımde nur belirtileri görmeye başladım, diyor. Bunlara iltifat etmeyip bu nurun devamlı olmasını temin etmeye çalıştım. Mürşidim bana, bunlara iltifat etme, aldırİş etme, bunları bir şey sanma, dedi. Böyle demeseydi ben onu bir şey zannedecektim. Kendimi yetişmiş kabul edecektim, kendimi evliya zannedecektim, diyor.
Bir mürid, nefsinden kurtulmadıkça keşif veya keramet sahibi olsun, kendisinin elinden yüzünden nur aksın, hiçbir faydası yoktur. Bazı kimselerden işitiyoruz; ona bazı şeyler oluyormuş, insanlar kendisine veli diyorlarmİş, oysa o kişinin ağzından, dilinden çıkan kötü sözler oluyormuş! İnsan nefsini tanımadıkça, bu yolda teslim olmuş sayılmaz. İnsanoğlu, nefsin oyunlarını tanımadıkça da bu işlerden kurtulamaz.
Dervişlik her an Allah Teâlâ ile beraber olmaktır. Allah her an bizimle beraberdir. Ancak biz her an O’nunla beraber oluyormuyuz? O her zaman bizi görüyor, işitiyor, bizi kontrol ediyor. Kalbimize durmadan nazar ediyor. Fakat biz O’ndan gafiliz! O’nu hiç hatırımıza getirmıyoruz. Oysa devamlı Rabbimiz’in kontrolü altındayız. O’nu sadece bilgi olarak biliyoruz, fakat o hali hiç yaşamıyoruz. Neden yaşamıyoruz?
İşte bu bir nevi hastalıktır. İnsan bu yola girince bu hastalığı öğrenmeye başlıyor. Olta ile tuttuğu balığı eline alınca daha iyi tanıyor. Balığı pişirmeden önce bunu öğreniyor. Sâdât-ı kirâm efendilerimiz, bakan gözlerimizin daha iyi görmesini sağlıyorlar. Bunun için idrakimizi genişletiyorlar. Bizi Allah’ın huzurunda olmaya hazırlıyorlar. Biz Rabbü’lâlemin’in huzurunda olduğumuzu bilelim, istiyorlar. Çünkü insan, her zaman Allah’ın huzurunda olduğunu bilince olgunlaşmaya başıyor.
Nasıl ki insan, bir yerde ayıp bir şey yapacağı zaman tanıdığı birini görünce utanır, işte aynen bunun gibi… Önce haram işlemeye utanıyor, çekinmeye başlıyor. Allah’ın devamlı yanında olduğunu bilen bir kimse küçük hatalarını bile büyük görüyor ve günahlardan uzaklaşmaya gayret ediyor. İşte bu yola girmekten asıl maksat, Allah’la her an beraber olduğunu idrak etmektir.
Dünyada iken bile Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek yaşayan kimseyi, dünya düşünceleri olumsuz olarak etkilemez. Onun morali bozulmaz. Problemi olmaz. Allah Teâlâ onun her işini halleder.
Ah ne olurdu, Allah dostlarının yaşadıklarını bir bilseydik? Hepimiz onların işine sarılır, ilgilenirdik. Bir şey yapmak için gecemizi gündüzümüze katardık.
Hz. Mevlânâ şöyle buyurmuş:
- Huzur ve afiyet, ayağını bir beze sarıp köşeye çekilmek değildir.
Hani insanın; biraz maaşı, biraz geliri varsa, geçimini temin ediyorsa halim keyfim huzurum yerinde der. Acaba onun huzuru yerinde mı? Asıl huzur kendinden kurtulmak, Allah ile her an beraber olduğunu anlamak ve teslim olmaktır.
Dr.Ahmet Çağıl
Hayy allah razı olsun..Ne kadar güzel düşündüren bir yazı...Yazandan da paylaşandan da Rabbim razı olsun
YanıtlaSilAllah razı olsun paylaşımların için çok teşekkürler. Bu arada bloğumda senin için bir ödül var uğrarsan sevinirim.
YanıtlaSilCümlemizden inşallah...
YanıtlaSil26. izleyiciniz olarak s.a.
YanıtlaSilsayfanızı yazılarınızı çok beğendim. Allah razı olsun. artık takibinizdeyim.
bende beklerim hayırlı akşamlar.